Zayıf İmanlı Kişinin Küfür Ortamına Eğilim Göstermesinin Başlıca Nedenleri
Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi
imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra
göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır ve büyük
azab onlarındır. Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli
bulmalarından ve şüphesiz Allah’ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete
erdirmemesi nedeniyledir. Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve
gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta
kendileridir. Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır. (Nahl; 106-109)
Müminlerle birlikteymiş gibi göründüğü halde inkarcıların bulunduğu
ortamlara eğilim gösteren kişiler her devirde, her müslüman topluluğunun
arasından çıkmıştır. Bu tür kimseleri üç gruba ayırabiliriz:
- Mümin olup, yaşamını da Kuran’a göre düzenlediği halde hata ve gaflet
sonucu geçici olarak bu tür bir eğilim gösteren kimseler;
- İslam diniyle yeni tanışıp da bilgi eksikliği nedeniyle Kurani yaşam
tarzına tam olarak uyum gösterememiş, eski hayatından henüz gerçek
manada kopamamış kimseler;
- Uzunca bir süredir müminlerle birlikte olduğu halde hayatını ve
düşünce yapısını Kurani ölçülere göre düzenleyememiş, imani derinliği
elde edememiş ve nefsinin kontrolünden çıkmayı başaramamış zayıf iradeli
kişiler.
Bunlardan birinci gruba dahil olanlar, anlık olarak nefslerine uymaları
sonucunda böyle bir hataya düşerler. Ancak uyarıldıktan ve yaptıkları
hata kendilerine tarif edildikten sonra, tevbe edip Allah’tan bağışlanma
dilerler. Aynı hatayı tekrarlamaktan da kaçınırlar. İkinci gruptakiler
ise İslam’la yeni tanışmışlardır, ve dolayısıyla henüz eğitim
aşamasındadırlar. Bu nedenle, samimi oldukları takdirde, gerekli dini
bilgiyi edindikten sonra bu tür hataları tekrarlamamaları umulabilir.
Ancak içinde bulundukları geçiş aşamasını bir fırsat olarak görmeye,
kendilerine gösterilen esnekliği istismar etmeye çalışırlarsa, Allah
katında son derece kötü bir konuma düşecekleri de kesindir.
Bu gruplar arasında ahiretleri açısından en tehlikeli konumda olanlar,
bu kitapçığın da ana konusunu oluşturacak olan üçüncü gruptakilerdir.
Bunlar o kadar zaman içerisinde edindikleri onca bilgiye, müminler
arasında geçirdikleri uzun süreye rağmen, hala Kuran’da tanımlanan
ihlaslı ve samimi mümin modeline kavuşamamışlardır. Bu nedenle de
şeytanın ve nefslerinin kışkırtmalarına son derece açıktırlar. Ne
yanlarında bulunan müminlerdeki güzel örneklerden istifade eder, ne de
kendi hatalarından ibret alırlar. Çoğunlukla da kendilerinin haklı ve
doğru yolda olduklarını zannedip, düzelmeyi, öğüt almayı gerektirecek
bir durumları olmadığını sanırlar.
Kalplerinde köklü bir manevi değişiklik yapamadıkları takdirde, bu tür
kimselerin müminlerin arasında fazla barınamayacakları Allah’ın kesin
bir kanunudur. Kendi rızalarıyla müminler arasında kalmak isteseler
dahi, Allah buna izin vermeyecektir. Çünkü bunlar nefslerinin fücurunu
korumakta kararlıdırlar, içlerindeki pisliği temizlemeye
yanaşmamaktadırlar. Allah ise kesin olarak pisi temizden ayıracağını
vaadetmiştir:
Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırdedinceye kadar müminleri, sizin
kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir... (Al-i İmran; 179)
Üç gruba ayırdığımız bu kişileri küfür ortamlarına girmeye ve küfürle
birlikte olmaya yönelten de işte, nefslerinde barındırdıkları bu
pislikler ve bunlardan kaynaklanan hastalık ve bozukluklardır. İlerleyen
sayfalarda bu hastalıkları ve bozuklukları inceleyeceğiz.
Algı ve Mantık Bozukluğu: Küfrün “Süslü ve Çekici” Kılınması
İnsanı müminlerin arasından küfrün çirkin ortamına girmeye yönelten
sebeplerin en önemlisi girişte de bahsettiğimiz “algı ve mantık
bozukluğu”dur. Allah, tam anlamıyla iman eden, kendisine hiçbirşeyi
ortak koşmayan samimi müminleri hem dünyada hem de ahirette rızasına,
rahmetine ve nimetine kavuşturacağını Kuran’ın pek çok yerinde
belirtmiştir. Allah’ın bu vaadine kavuşan resuller yine Kuran’ın birçok
yerinde örnek gösterilirler. Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zülkarneyn,
Hz. Yusuf, Allah’ın kendilerine güç, iktidar, mülk ve nimet verdiği bu
üstün şahıslardandır:
Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış
kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler.
Süleyman, Davud’a mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar, bize kuşların
konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi.
Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.” Süleyman’a cinlerden, insanlardan
ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Neml; 15-17)
Andolsun, biz Davud’a tarafımızdan bir fazl (üstünlük) verdik. “Ey
dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin” (dedik)
ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. “Geniş
zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller
yapın. Gerçekten ben, sizin yaptıklarınızı görenim” (diye vahyettik).
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan
rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık.
Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı.
Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin
azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz
büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey
Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe; 10-13)
Gerçekten, biz ona (Zülkarneyn) yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik. (Kehf; 84)
(Zülkarneyn) Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla
yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır....” (Kehf; 95)
İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle
ki, orada dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib
ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı
ise, iman edenler ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır. (Yusuf; 56,57)
Aynı şekilde, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa gibi birçok peygamber de
kavimlerinin inkar edenleriyle bir süre mücadele ettikten sonra
kendilerine tâbi olan salih müminlerle birlikte onlara üstün gelmişler,
onların ardından yeryüzüne mirasçı olmuşlardır.
Allah böylece, önceki nesillerden örnekler verirken bugün yeryüzünde
yaşayan salih müminleri de müjdelemektedir. Samimi ve ihlaslı müminler
de Allah’ın bu vaadinin gerçekleşmekte olduğuna bizzat yaşayıp şahitlik
etmektedirler. Bir yandan da Allah’ın sınırsız rahmetini daha da yayıp
genişletmesini ummaktadırlar. İşte gerçekten iman etmiş halis müminler
için Allah’ın yeryüzündeki kanunu budur, ahirette ise kendilerini çok
daha üstün, hayırlı ve süreklisi beklemektedir.
De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim
haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir,
kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için ayetleri
böyle birer birer açıklarız. (Araf; 32)
Sonuç olarak Allah kendi yoluna ve rızasına uyan müminlere dünyada
sahip olunabilecek her türlü mal, mülk ve nimeti vermiştir; bunu
artıracağını da vaadetmiştir. Bunlar inkarcıların sahip olduklarından
çok daha kaliteli, çok daha temiz, güzel, estetik ve zevk vericidir.
Çünkü müminler her zaman seçici oldukları için, her şeyin en temizine,
en iyisine sahip olma anlayışındadırlar.
Hal böyleyken bir kişinin, müminlere verilen bunca nimet ve bolluğa,
rahmet ve berekete, seçkinlik ve üstünlüğe, yaşayarak şahit olduğu
halde, küfrün tiksinti verici ortamlarına özenmesi, onların arasına
girerek nefsine bir takım ucuz tatmin yolları araması onun iman
boyutundan çok daha başka bir boyutta olduğunun göstergesidir. Böyle bir
kişinin aklının tamamen örtüldüğü, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan,
güzeli çirkinden ayırdedemeyen, bütün algıları bozulmuş, şuuru kapanmış
birisi haline dönüştüğü ortadadır. Zira küfrün bütün o olumsuz
özelliklerine, Allah’ın nezdindeki durumuna rağmen, küfürde hala süslü,
çekici, cazip bir yön bulması, şeytanın yandaşları olan inkarcıları
kendisine yakın görmesi ve onlarla birlikte bulunmaktan bir rahatsızlık
duymaması şaşırıp sapmışlığının açık bir göstergesidir:
Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel
gören mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şüphesiz Allah, dilediğini
saptırır, dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse, onlara karşı nefsin
hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır, 8)
Bu korkunç durum kişiye ya daha sonradan musallat olur:
Bu, onların iman etmeleri sonra inkar etmeleri dolayısıyla böyledir.
Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar. (Münafikun; 3)
... ya da başından beri kalbinde gizleyip bir müddet mümin taklidi yaptıktan sonra açığa çıkıp gözler önüne serilir:
Size geldiklerinde: “İnandık” derler. Oysa onlar inkarla girmişlerdir
ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını daha iyi
bilir. (Maide; 61)
Ancak sonuç olarak her ikisinin de vardığı nokta aynıdır. Bu tür
insanlara mühlet tanınması ve bunların bir süre müminlerin arasında
tutunabilmeleri de elbette birçok ilahi hikmeti içinde barındırmaktadır.
Bu hikmetlerden birkaçını kısaca sayabiliriz:
- Müminlerin bu durumdan ibret alıp Allah’ın azap ve saptırmasından
kimsenin garantide olmadığını görerek benzer bir duruma düşmekten
şiddetle kaçınmaları. Dolayısıyla Allah’tan olabildiğince korkup
sakınmaları;
- Kendilerine imanı sevdirip küfrü çirkin gösteren Allah’a hamd ve şükürlerini arttırmaları;
- Hz. Süleyman’ın şeytanları dinin menfaatine kullanması gibi,
Allah’ın, münafık karakterli bu kişileri de belli bir süre İslam’ın ve
müminlerin yararına hizmet ettirmesi;
- Münafıkların bu şaşkınlık ve sapkınlıklarına müminlerin, şahit
olmaları, münafıkların da böylece ahirette öne sürebilecek hiçbir haklı
gerekçe ve mazeretlerinin kalmaması.
Cahiliyeden Bilinçaltında Kalmış Çeşitli
İstek ve Komplekslerini Tatmin Etme Arayışı
- Cahiliyeden geldikten sonra geçmiş hayatını kökünden silip,
“binasının temelini Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine” kuramamış bir
insan, bilinçaltında hala cahiliyeye ait bazı karakter özellikleri ve
eğilimler taşır. Bu insan, aslında cahiliye toplumunun putlarını
kalbinden bütünüyle söküp atamamış, yalnızca bunların üstünü örtmüştür.
Dolayısıyla, sözkonusu putların rağbet gördüğü cahiliye ortamına karşı
içten içe bir özlem duyar. Çünkü bu putlarını tatmin edebileceği yegane
ortam bu küfür ortamıdır. Bu ortamın ürünü olan; gece hayatı, romantizm,
flört psikolojisi, maceracılık, kabadayılık ruhu gibi psikolojiler,
güzellik ve zenginliğiyle övünme, gösteriş yapma gibi ilkel zevkler,
uygun ortamı bulunca tekrar su üstüne çıkarlar.
-Bu tür bir insan, bilinçaltında taşıdığı bu cahiliye karakterini zaman
zaman bilinçüstüne çıkarıp bunu uygulayabileceği uygun ortamlar kollar.
Bu ortamların müminlerin bulunduğu ortamlar olamayacağı açıktır. Geriye
kalan ise küfür ortamından başkası değildir. Özellikle imanla yeni
tanışmış kimselerin bir kısmının bilinçaltlarında cahiliye döneminden
taşımış olabilecekleri özellikleri, başlıklar altında inceleyebiliriz.
- Kendindeki bazı özelliklerden ötürü övünme, gösteriş yapma, insanlardan ilgi görme arzusu
Eski hayatlarında sahip oldukları bir takım maddi ve fiziksel
özelliklerinden dolayı çevresindekilerin ilgi ve iltifatlarına alışık
olan kimseler İslam’la tanıştıktan sonra, kimi zaman, müminlerden de bu
ilgi ve iltifatları bekleyebilirler. Ancak, kendilerindeki bu—güzellik,
yakışıklılık, popülerlik, zenginlik, sosyal statü, makam-mevki, vb.
gibi—özelliklerden dolayı dışarıda gördükleri ilgi, iltifat ve
hayranlığı müminlerin arasında aynı anlamda göremezler. Müminlerin övgü
ve iltifatları şahsın kendisine değil, onda tecelli eden bu özelliklerin
gerçek sahibine, yani Allah’a olacaktır. Kuran’a göre,
“... Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır” (Bakara, 267)
Dolayısıyla ne müminlerin, ne de İslam’ın kimsenin güzelliğine,
zenginliğine, zekasına, kariyerine ya da sosyal konumuna ihtiyacı
yoktur. Müminler, insanları bu tür özelliklerine göre değil, takvalarına
göre değerlendirirler. İnsanların değil ancak Allah’ın rızasını
gözetmekle emrolunmuşlardır.
İnsanın övünmek, gösteriş yapmak için mutlaka belirgin fiziksel, maddi
ya da sosyal özelliklere sahip olması da gerekmez. Her insanın nefsinde,
herhangi bir konuda insanlara karşı hava atma, gösteriş yapma, övünme
eğilimi potansiyel olarak mevcuttur. Nefsin fücurları arasında yer alan
bu “övünme” duygusunu Allah, dünya hayatının ahirete bakmayan boş,
aldatıcı, oyalayıcı, göz boyayıcı yüzünün özellikleri arasında sayar:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve
çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur... (Hadid; 20)
Müminlerin arasında Kurani bilgi ve terbiyeyi aldıktan ve nefsini
tanıdıktan sonra, samimi bir mümin, övgü peşinde koşmanın gerçekte ne
kadar basit ve küçük düşürücü, Allah katında ne kadar utanç verici
olduğunu anlar ve bakış açısını ona göre düzeltir. İmanı kalbine tam
olarak yerleştirememiş bir kişi ise, terkedemediği o eski cahiliye
kafasıyla, nefsindeki övülme ve yüceltilme isteğini tatmin etme yolları
arar. Bunun için küfrün arasına karışabileceği fırsatlar kollar. Bu
şekilde gururunun okşanmasını, gerçekte Allah’a ait olan, fakat imani
eksikliği sebebiyle kendisine malettiği özelliklerinden ötürü nefsinin
yüceltilmesini ister. Dışarıda, “üzerine giydiğin çok yakışmış”, “çok
yakışıklısın”, “çok güzelsin” şeklinde iltifatlarla karşılaştığında
nefsi bundan büyük bir haz duyar, gururu okşanır. Müminlerin sevgi ve
ilgisi ise insanların takvası ve Allah’a olan yakınlığı ile doğru
orantılı olduğundan, bu ilgi ve sevgi onun nefsini tatmin etmeye yetmez.
Böyle bir kişi, nefsindeki gösteriş yapma, avami dille, “hava atma”,
“trip atma” gibi ilkel cahiliye duygularını müminler arasında yaşatmaya
çalışırsa, ne kadar komik ve acınacak hale düşeceğini bilir. Bu nedenle,
bu hislerini yaşatabileceği en uygun ortam olarak küfür ortamını görür.
Cahiliyeden kalma bu eğilimlerini tatmin edebilmek için nefsi onu küfür
ortamlarına iter. Allah’ın din yolunda sarfetmesi için kendisine emanet
ettiği mal, mülk, imkan ve serveti müminlerin arasında nefsani
amaçlarla kullanamayacağının farkındadır. Bu yüzden, bu imkanları eline
geçirdiğinde vaktinin büyük bir bölümünü küfrün arasında geçirmeye
çalışır. Oysa, yalnızca Allah’ın emanetleri olan bu imkan ve nimetlerle
küfrün arasında nefsini yüceltmeye çalışması, bunları heva ve hevesi
doğrultusunda kullanması ruhuna sıkıntı vermekten ve günahını
artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Biraz etraflıca düşünüldüğünde bu ruh halinin, küfrün övgü ve
iltifatlarından hoşnut olmak, ona değer vermek, onu ciddiye almak
anlamına geldiği kolayca görülür. Oysa, Kuran’da, küfre sapanlar
hakkında
“kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar.
İşte bunlar gafil olanlardır." (Araf; 179)
hükmü zaten verilmiştir. Bu durumda, ayette bu kadar açık bir şekilde
tarif edilen inkarcıların ilgi ve iltifatlarına değer vermek onları
önemsemek çok yanlış, aynı zamanda da küçük düşürücü bir tavır
olacaktır. Zira küfrün mümine iltifat etmesi, bir köpeğin ona
yaltaklanmasından, yaranmaya çalışmasından daha kıymetli bir olay
değildir. Hatta üstteki ayetin belirttiğine göre daha da değersizdir.
İnsan, gösteriş yaparken etrafındaki inkarcıların kendisini görüp
takdir ettiklerini zanneder. Oysa bu şekilde yalnızca kendisini
kandırır. Çünkü etrafında dolaşan insanların hangilerinin,
“Onların
yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya
görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var... ... Onları
sana bakar (gibi) görürsün, oysa onlar görmezler bile" (Araf; 195,198) ayetlerinde tarif edilen, insan şeklindeki ruhsuz et ve kemik görüntülerinden olup olmadığını bilemez.
- Tatilci ve maceracı ruhu sürdürme
İmanı tam olarak kalbine yerleştirememiş olanların bazıları da,
cahiliyeden taşıdığı tatilci ve maceracı ruhu yaşatabilmek, heyecan ve
yenilik aramak için küfrün arasına karışmaya fırsat kollar. Bu tip
kimseler huzursuz, fırtınalı bir ruh haline sahip olduklarından,
müminlerle rahatça biraraya gelebilecekleri ortamlarda daralıp rahatsız
olurlar. Her fırsatta bir bahane bularak kendilerini dışarı atarlar.
Cahiliyenin, Cumartesi şuraya gidilir, Pazar günü şöyle yapılır gibi
klasik haftasonu ya da tatil sendromları da bu zihniyetin bir parçasını
oluşturur.
Bu psikolojiye giren insan, kendisini, yaz geldiğinde tatile gitmek ya
da hafta sonu olduğunda eğlence yerlerine sürüklemek yönünde
şartlamıştır. Bunu büyük bir hedef haline getirir ve bu hedefe
ulaşmadıkça da rahatlayamayacağını düşünür. Oysa gerçek bir müminin
böyle zaafları yoktur. Çünkü onun için en büyük hedef, Allah’ın rızasını
kazanmak, O’na yaklaşmak, O’na kul olmanın lezzetini yaşamaktır.
Dünyevi zevkler, yalnızca Allah’tan gelen birer nimettir. Allah dilerse
bunları verir, dilerse geri tutar. Müminin bundan dolayı sıkıntı
duyması, strese girmesi yakışık almaz. Kalbi, dünyevi maceraların, basit
kaçamakların, küçük zevklerin heyecanı ile değil, Allah’ın zikrinin,
O’nu bilmenin heyecanı ile doludur. O, olabilecek en büyük nimeti,
Allah’ın rızasını kazanmaktadır, dolayısıyla en büyük huzura ve tatmine
ulaşmaktadır. Allah, kitabında müminlerin bu vasfını şöyle bildirir:
Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır.
Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur. (Rad, 28)
- Kabadayılık ruhunu yaşatma çabası
İmanı kalbine yerleştirememiş olan kişi, müminler arasında asla kabul
görmeyecek olan delikanlılık ruhunu da ancak küfür arasında
yaşatabileceğine, bu ruhu küfürle birlikte paylaşabileceğine kanaat
getirir ve küfrün bulunduğu ortamlara meyleder. Geçmiş hayatından
üzerinde kalan ve müminlerin arasında onay görmeyeceğini bildiği;
kavgacılık, saldırganlık, alaycılık, şiddetten zevk alma gibi ilkel,
yabani içgüdülerini bu ortamda tatmin etmeye çalışır. Futbol maçlarına
giderek fanatik ve saldırgan tavırlar sergilemek, bağırıp çağırıp kavga
çıkarmak, kargaşa ortamlarından hoşlanmak bunun en yaygın
örneklerindendir.
Etrafımızdaki cahiliye toplumunu gözlemlediğimizde, bu saldırgan,
küstah, vahşi, kaba insan modelinin farklı türlerini rahatlıkla
görebiliriz. Kuran da bu insan modelini ,
“yemin edip
duran, aşağılık... hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince
günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik...” (Kalem, 10-13)
ifadeleriyle tarif eder. Böyle bir karakter yapısını koruyan bir insan,
kendisine ne kadar “müslüman” derse desin, sonuçta cahiliye toplumunun
bir parçasıdır. Müslümanlığı da, müslümanlığıyla övünmesi de, takım
tutma, taraftarlık zihniyetinin bir uzantısından başka birşey değildir.
Bu nedenle, müminlerle değil, inkarcılarla, kendisiyle aynı ruhu
paylaşanlarla birlikte olmaya eğilim göstermesi son derece normaldir.
Buraya kadar maddeler halinde sıraladığımız nefsani eğilimlerin
kaynağı, konunun başında da vurguladığımız gibi, insanın iman etmeden
önce sahip olduğu ve tam anlamıyla yokedemediği cahiliye kırıntılarının
tekrar su yüzüne çıkmasıdır. Böyle bir duruma düşmemek için nefste
cahiliyeden kalan bütün küfür ve şirk tohumlarının kökünden
temizlenmesi, sökülüp atılması gereklidir. Allah Kuran’da, insanları
denemek için nefse fücurunu ilham ettiğini bildirmiştir. O halde nefste
yaratılıştan bir takım pisliklerin bulunması doğaldır. Önemli olan
kararlı bir mücadeleyle nefsi bu pisliklerden temizleyip arındırarak
Allah’ın sınırlarına mutlak bir bağlılık göstermektir. Aksi takdirde,
“Asla,
hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. Hayır;
gerçekten onlar, Rablerinden perdelenerek-yoksun tutulmuşlardır. Sonra
onlar, kuşkusuz cehenneme yollanacaklardır” (Mutaffifin; 14-16)ayetlerinde belirlenen kişilerden olmak hiç de uzak bir durum değildir.
Bu pislikleri kökünden temizlemeden geçici yöntemlerle örterek
bilinçaltına sıkıştırmak, bunları görmezlikten gelmek ya da dışa vuran
belirtilerini gidermeye çalışmak asla kesin bir çözüm değildir. Çünkü
bilinçaltına, kalbin derinliklerine gömülen bu pislikler zamanla birikip
eninde sonunda patlama şeklinde dışarı taşacaktır. İnsan bunları
gizlemeye çalışmakla yalnızca kendini aldatır, çünkü
“Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir”. (Ali İmran, 119)
Ve Allah “sinelerin özünde saklı duran” bu pislikleri mutlaka ortaya
çıkaracaktır. Bunların ahirette ortaya çıkması ise insan için en korkunç
olanıdır. Bir ayette bu olay şöyle tarif edilir:
Yine de bilmeyecek mi? Kabirlerde olanların ‘deşilip dışa atıldığı,’
Göğüslerde olanların derlenip bir araya getirileceği zamanı? Şüphesiz, o
gün Rableri, kendilerinden gerçekten haberdardır. (Adiyat; 9-11)
Buraya kadar saydığımız türden kişiler, Kuran’da tarif edilen “kesin
bilgiyle iman etmiş” mümin modelinden oldukça uzak bir yapı gösterirler.
Bunların imanı da, müminlere sempati duyma, onları kalben destekleme,
İslam’ı güzel bir ahlak sistemi olarak görme şeklindedir. Bu insanlar,
her ne kadar kendilerini mümin olarak tanımlamak isteseler de gerçek
müminler gibi imani derinliği tam olarak elde edememişlerdir. Allah’la
yakınlığı gerektiği gibi kuramamış ve yüzeysel boyuttan henüz çıkamamış
oldukları için, “mümin” değil, ancak belki “müminliğe geçiş aşamasında”
sayılabilirler. Kuran bu insanların durumunu şöyle açıklar:
Bedeviler, dedi ki: “İman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak
“İslam (müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize
girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin
amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Hucurat; 14)
Ancak bu geçiş aşamasının mutlaka bir sonuca varacağının, sürekli bu
halde kalınamayacağının da iyi bilinmesi gerekir. Ayrıca bu aşamanın
uzaması, kişinin herhangi bir gelişme göstermemesi, halinden memnun
olması da aslında bir bakıma bir sonuçtur. Çünkü bu durum, kişinin artık
yolunu seçtiğinin ve bu yoldan memnun olduğunun göstergesidir. Bu yolun
da Allah’ın gösterdiği yol, müminlerin yolu olmadığı açıktır.
Bütün bunlara karşın, samimi, içi dışı bir, nefsini tanıyan, Allah’a ve
Resulü’ne karşı itaatli ve teslimiyetli olan salih bir müminin
bilinçaltı diye bir problemi yoktur. O, bu tür zaaflarını kontrol altına
almış, içindeki cahiliye kırıntılarını temizlemiş, geriye dönüş
gemilerini yakmış, problemlerini halletmiş olan ya da bu yönde kararlı
bir gayret gösteren insandır. Kendi kafalarına göre bir mümin modeli
oluşturanların, aşağıdaki ayetlerde açık ve net olarak tarif edilenin
dışında bir mümin modeli olmadığını iyi bilmeleri gerekmektedir:
Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne
iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta
kendileridir. (Hucurat; 15)
Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri
ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca
Rablerine tevekkül ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek
mü’minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve
üstün bir rızık vardır. (Enfal; 2-4)
Allah’ın, imtihan sırrının bir parçası olarak, dünyadaki küfür ortamında da nefsin
hoşuna gidebilecek bazı çekici özellikler yaratması
Allah müminleri, yarattığı güzelliklerden, zenginlikten, bolluktan,
ihtişamdan zevk alacak bir biçimde yaratmıştır. Bu güzelliklerden, bu
nimetlerden zevk almak, estetik ve kalite duygularına sahip olmak
gerçekte bir mümin göstergesidir. Nitekim cennet de müminlerin bu
yapılarına uygun, bu zevk ve ihtiyaçlarına hitab edecek bir üstünlük ve
mükemmellikte yaratılmıştır:
“Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.” (İnsan; 20)
İman edenler, dünyada da cennetin bir numunesi şeklinde olan bu
güzellikleri ve nimetleri arar, onlardan—Allah’ın sınırları dahilinde—en
üst düzeyde istifade edip zevk alırlar.
Dünya hayatının çeşitli güzelliklerinin insanlar için çekici kılındığı
Kuran’da da belirtilir. Bu konuyla ilgili ayetlerden birisi şöyledir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma
güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara
‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl
varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran; 14)
Ayette sayılan nimetlere, müminlerin veya küfrün sahip olması, bunların
nefse çekici gelmesi açısından bir değişiklik yapmaz. Bir müminin bu
güzelliklere rastladığında bunlardan hoşlanması doğaldır. Bu özellikler
ve imkanlar müminlerde olduğu gibi, aynı şekilde inkarcıların elinde de
bulunabilir.
Ancak, nefsin bunlardan hoşlanmasının doğal ve meşru olması, Allah’ın
Kuran’da çizdiği sınırları aşmayı asla meşru kılmaz. Küfürle birlikte
olmayı istemek ise, Allah’ın sınırlarını aşmak anlamına gelir. Bu
nedenle, mümin, bir ortamdaki teknik güzelliklerden hoşlansa bile, bu
ortam küfrün hakim olduğu bir ortamsa, oradan uzak durur.
Bir ortamda bulunan çeşitli zevkleri tadabilmek amacıyla küfürle
birarada olmak istemenin Kuran’a göre hiçbir geçerli tarafı yoktur.
Sonuçta, üstteki ayette dendiği gibi, tüm bunlar yalnızca dünya
hayatının metaıdır ve asıl varılacak güzel yer olan cennet, Allah
katındadır. Mümin, herşeyden önce cenneti ve daha da ötesi Allah’ın
rızasını kazanmak istediği için, gerektiğinde “dünyanın geçici
metaı”ndan uzak durmayı da bilir.
Ayrıca, unutulmaması gereken bir diğer nokta, bu tür nimetlerden alınan
zevkin yalnızca Allah’ın bazı sıfatlarının bir yansıması olan estetik,
güzellik ve kalite kavramlarından kaynaklandığıdır. Yoksa hoşa giden
şey, bunlara sahip olan, bu mekanları hazırlayan inkarcıların bizzat
kendileri değildir.
Burada çok ince bir sınır vardır. Burası dünya ortamı olduğu için
cennete ve cehenneme ait birçok özellik ve kavram yanyana hatta kimi
zaman içiçe bulunmaktadır. Örneğin, cennet gibi göz kamaştırıcı bir
ortamda, cennet giysilerini andıran süslü ve gösterişli elbiseleri
üzerinde taşıyan kimseler, çoğu zaman, Allah’ın Kuran’da pislik olarak
nitelendirdiği, cehennem ehli inkarcılar olabilmektedir. Yalnızca dış
görünümünü güzelleştirip, iç dünyasını pisliğe batıran insanlarla
beraber olmak ise, samimi bir müminin ruhunu karartır, kalbine sıkıntı
ve kasvet verir.
İşte, gerçek bir mümin böyle bir ortamı değerlendirirken güzellikle
pisliği birbiriden çok iyi ayırdeder ve küfre bu güzellikten ve
zenginlikten en ufak bir pay ayırmaz. Bu iki zıt tarafı birbirine
karıştıran kişi ise, zamanla bizzat küfrün kendisinden hoşlanma, onlarla
birlikte olmaktan zevk alma, onlara karşı bilinçaltında sevgi besleme,
hayran olup özenme gibi sapkın bir boyutun içine yuvarlanır.
İnkarcılardaki ve küfür ortamındaki bazı özelliklerden dolayı onlara
özenme ve hayranlık duyma
İnsanı küfür ortamının içine iten unsurlardan birisi de küfrün
zenginlik, güzellik, mevki, şöhret, itibar, karizma gibi bazı
özelliklerinden etkilenmektir. Gece hayatı, sosyete, eğlence dünyası
gibi kavramların medya kanalı ile, insanlara olduğundan çok daha süslü
gösterilmesi de nefsin bu zaaflarını fazlasıyla körükler.
Az önce de vurgulamıştık; nefsin güzellikten, zenginlikten, ihtişamdan
zevk alması ile, nefsin bu güzellik ve zenginliğe sahip olan inkarcılara
karşı hayranlık beslemesi, onlardan etkilenmesi, ilk bakışta
birbirlerine benzer görünseler de, son derece farklı iki şeydir! İlki,
her ne kadar küfür ortamına girmek için bir gerekçe oluşturmasa da,
meşru bir durumdur. Oysa ikinci durum, böyle bir kişinin ya hiç imanı
olmadığını ya da imanının son derece yüzeysel ve zayıf olduğunu,
olayları son derece “zahiri” (yüzeysel) bir bakış açısıyla
değerlendirdiğini gösterir. Bu dünyada her neye sahip olursa olsun
ahirette “çılgınca yanan ateşin arkadaşı” olacak inkarcılara özenen bir
kişinin, ahirete iman yönünde problemleri olduğu, ahireti kendisinden
oldukça uzak gördüğü açıktır.
Halbuki gerçek bir mümin için küfre, ondaki herhangi bir özellikten
dolayı hayranlık duymak, ondan etkilenmek gibi bir durum söz konusu
değildir. Mümin bilir ki; küfrün elindeki bir takım imkanlar, onları
denemek için Allah tarafından kasıtlı olarak yaratılmıştır. Küfrün
kendisinde ise gerçekte özenilecek hiçbir şey yoktur. Küfürden yalnızca
ibret alınır. Allah, bazı imkan ve nimetleri, inkarcılara, yalnızca
onların azgınlıklarının ve azaplarının artması için vermektedir ve
onların ahiretten de hiçbir nasipleri yoktur. Kuran, müminin inkarcılara
karşı hiç bir imrenme, özenme duygusu hissetmemesi gerektiğini sık sık
vurgular:
Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah
bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar
içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe; 55)
Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere
gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat)
kanatlarını ger. (Hicr; 88)
Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız
dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı
ve daha süreklidir.(Taha; 131)
İnkar edenlerin ülke ülke dönüp-dolaşmaları seni aldatmasın. Az bir
yarardır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir
yataktır o! (Al-i İmran; 196,197)
... Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır; 8)
Mümin, küfrün bir kısmında bulunan süslü, cazip, çekici görüntülerin
rastgele, tesadüfen, amaçsız olarak yaratılmadığını bilir. Bilir ki
izzet ve şeref yalnızca Allah’ındır. Bütün güzellikler, zenginlikler,
varolan herşey tamamen Allah’a aittir; Allah’ın Gani ve Cemal
sıfatlarının tecellileridir. Bu yüzden küfürde bir güç ve üstünlük
görmek ve bundan dolayı küfre yakınlaşmaya çalışmak, müminlerin değil,
ancak mümin taklidi yapan münafıkların bir özelliğidir. Nitekim Kuran
münafıklardan söz ederken şöyle der:
Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler, kuvvet ve onuru
onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz bütün kuvvet ve onur Allah’ındır.
(Nisa; 139)
Bir takım uygusal ve romantik sebeplerden ötürü küfre karşı sevgi besleme
Bu konuyu incelemeden önce sevgi kavramına açıklık getirmekte fayda var.
Sevginin aslında iki farklı türü vardır. Birincisi müminlere has olan bir sevgidir. Kuran, bunu,
“iman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem; 96)
ayetiyle açıklar. Bu sevgi, temelde Allah sevgisidir. Mümin, kendisini
yaratan ve sonsuz nimetler veren Allah’ı herşeyden daha çok sever. Bu
sevginin dışa yansıması ise, Allah sevgisinden kaynaklanan ve Allah’ın
sevdiği, kendisinden hoşnut olduğu kimselere karşı duyulan sevgidir. Bu
kimseler de, başta Allah’ın elçisi olmak üzere yalnızca müminlerdir.
Müminlere karşı duyulan bu sevginin kaynağı, onların Allah’ın dostu ve
sevdikleri olmaları, Allah’ın da onları sevmesi ve sayısız sıfatlarıyla
en yoğun olarak onların üzerinde tecelli etmesidir. Yoksa bir mümine
karşı bile, ona Allah’tan bağımsız bir varlık gözüyle bakıp müstakil bir
şahsiyet vererek sevgi beslenemez.
Sevginin ikinci türü, müşriklere ve inkarcılara özgüdür. Bu, Allah’la
hiçbir bağlantı kurulmadan, doğrudan nefsinin bencil duygularını tatmin
etmek amacıyla kalpte beslenen ve duygusal bağlılık şeklinde gelişen bir
sevgi çeşididir. Allah’tan bağımsız bir şekilde, içinde Allah’ın
rızası, mümin özellikleri kıstas alınmadan kurulan böyle bir duygusal
bağlılığın, Allah’tan başka bir ilah edinmek anlamına geldiği ise
Kuran’da açıkça belirtilmiştir:
İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki,
onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a
olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman,
muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği
azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara; 165)
(İbrahim) Dedi ki: “Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünya hayatında
aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra
kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz
kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiç bir
yardımcınız yoktur.” (Ankebut; 25)
Bu sevginin yöneltildiği kimseler genellikle kişinin ailesi, yakın
akrabaları, eski arkadaşları, sır dostları, sevgilisi gibi kişilerdir.
Bu, kesinlikle imani bir temeli olmayan, yalnızca nefsin içindeki
romantizm eğilimlerini tatmin etmeyi hedefleyen bir sevgi türüdür.
Yukardaki ayetlerde de tarif edildiği gibi, cahiliye toplumundaki sevgi
anlayışı tamamen bu şekildedir.
Bir insan cahiliye toplumunu terkedip, iman ettiği anda,Bu pislikleri
kökünden temizlemeden geçici yöntemlerle örterek bilinçaltına
sıkıştırmak, bunları görmezlikten gelmek ya da dışa vuran belirtilerini
gidermeye çalışmak asla kesin bir çözüm değildir. Çünkü bilinçaltına,
kalbin derinliklerine gömülen bu pislikler zamanla birikip eninde
sonunda patlama şeklinde dışarı taşacaktır. İnsan bunları gizlemeye
çalışmakla yalnızca kendini aldatır, çünkü
“Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” bu
sevgi anlayışını da geride bırakır. O, artık, insanları eskiden olduğu
gibi, çıkarlarına ya da tutkularına göre değil, Allah için sevmekle
yükümlüdür. Ancak, iman ettikten sonra kalbinde imanın lezzeti tam
olarak yerleşmemiş, Allah’ı ve müminleri gereği gibi takdir edip tüm
sevgi anlayışını buna göre yönlendirememiş olanlar, kalplerindeki
boşluğu geçmiş hayatlarından kalan duygusal kırıntıları canlandırarak
doldurmak isterler.
Bu nedenle, şu kesin bir gerçektir; kişinin inkarcılara ya da müminlere
sevgi duyması, onun küfre ya da imana olan yakınlığının kesin bir
ölçüsüdür. Bu, Kuran’da çok açık bir biçimde vurgulanır. Bir ayette,
müminlerin küfre olan bakış açıları şöyle anlatılır:
Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın
ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk)
bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister
kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. (Mücadele; 22)
Bir diğer ayette ise,
“Ey iman edenler, müminleri
bırakıp kafirleri veliler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık
olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nisa; 144)
denmektedir. Bu nedenle, müminin küfre sevgi beslemesi, inkarcılarla
samimi bir dostluk ve yakınlık kurması, hiç bir zaman kabul edilemez.
Bunu yapan kişi, onlardan biri olmayı ve onlarla aynı akıbete uğramayı
kabul ediyor demektir. Bu gerçek,
“... zulmedenlere eğilim göstermeyin yoksa ateş size dokunur...” (Hud; 113)ayetiyle açık bir biçimde bildirilmektedir.
Bütün bunlardan dolayı bir müminin bilinçli olarak inkar eden bir kişi
veya bir toplulukla arasında bir sevgi bağı oluşturması ya da geçmiş
hayatından kalmış bağları devam ettirmesi düşünülemez. Ancak gafletten
ya da bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir hata sözkonusu olabilir. Bu
durumda da, aşağıdaki ayet, gerçekten iman etmiş bir insanın gafletini
gidermek için yeterli olmalıdır:
Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları
veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar
haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan
dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer
siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla
çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin
gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu
yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine; 1)
Müminlerin Bulunduğu Ortamdan Rahatsız Olma
Nefsinin arzularına uyan bir kimse Allah’ın emirlerinden önce nefsinin
isteklerini yerine getirmeye çalışacaktır. Ancak nefsinin emirlerini
müminlerin bulunduğu bir ortamda yerine getirmesi, müminlerin tepki,
müdahele ve uyarılarına sebep olacağı için bu ortamda bunu başaramaz.
Örneğin nefsi ona kibir ve enaniyet yapmayı, gösterişi, kendini
başkalarından üstün görmeyi, itaatsizliği emreder. Müminler ise ona
tevazulu ve asil olmayı, Allah’a karşı boyun eğici olmayı öğütlerler.
Nefsi ona Allah’ın sınırlarını gözetmemeyi, canının istediği gibi
davranmayı, gevşekliği, itidalsizliği, sorumluluktan, fedakarlıktan,
infaktan, Allah yolunda çile ve sıkıntıya katlanmaktan kaçınmayı telkin
eder. Bunlar imanı tam olarak oturmamış birinin nefsinin son derece
ağırına giden şeylerdir.
Bunun yanısıra, hareketlerinin sürekli göz önünde olduğunun ve yanlış
bir hareket yaptığında ikaz edileceğinin farkındadır. Bu yüzden
müminlerin arasında nefsinin emrettiği gibi rahat ve pervasız bir
şekilde hareket edemez. Ederse de bu durum hemen dikkat çeker. Hataları,
eksikleri, davranış bozuklukları hemen tesbit edilip eleştirilir,
uyarılır. Bu da müminler için büyük bir rahmet ve nimet olan Allah’ın
beğendiği ve övdüğü bir ortamdır:
Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve
İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman
edersiniz. (Al-i İmran; 110)
Müminlerin bulunduğu bir ortamda kimsenin üste çıkmasına izin verilmez,
kimsenin rızası gözetilmez, idare edilmez. Zira aksi bir davranış hem
karşı tarafın ahiretini tehlikeye atmak hem de müminlerin arasında
küfrün tecellilerini barındırmak anlamına gelecektir...
Bu yüzden kişinin kalbini kırmamak, onu gücendirmemek için onun Kuran
dışı tavır ve davranışlarına göz yummak, ilahi değil ancak şeytani bir
merhamet çeşidi olur. Şeytani merhamet de yalnızca küfre özgü romantik
zihniyetin bir ürünüdür. Müminlerin ortamı ise son derece akılcı ve
gerçekçidir. İşte böyle bir ortamda, yeterli imani derinliği
sağlayamamış, Allah ile gerekli yakınlığı kuramamış, enaniyetini
terkedememiş kişilerin nefisleri vicdanlarına baskın gelerek onları bu
ortamdan koparıp başlarına buyruk hareket etmeye zorlar.
Tercihini nefsinin rahatı, menfaati yönünde kullanan bir kimse de,
nefsi kimseye hesap vermek istemediği, herkesten bağımsız, başıboş ve
kontrolsüz kalmak istediği için dışarıyı, küfür ortamını bir kaçış, bir
rahatlama ortamı olarak görmeye başlar. Böyle bir kişide zamanla, ister
istemez müminlere karşı bir yabancılık ve uzaklık oluşur.
Mümin cemaati içerisinde Allah’ın ve dinin menfaatleri her zaman en ön
planda tutulur. Şahısların menfaatleri ise sonradan gelir. Zaten samimi
ve ihlaslı müminlerin hepsi de Allah yolunda canlarını ve mallarını
satmış, yalnızca ahiret yurdunu arayan kişilerdir. Bu nedenle “Allah’ın
esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emreden” nefsleriyle ilgili
önemli bir problemleri yoktur. Olsa bile buna karşı diğer müminlerden
gelecek öğüt ve uyarıları bir rahmet, hidayet ve pislikten arınma olarak
görürler. Kardeşlerine olan sevgi ve bağlılıkları artar.
Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye
muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu
döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.. (Nisa; 115)